ANADOLU'DA
TASAVVUFÎ HAYATA GENEL BİR BAKIŞ
Prof. Dr. Osman Türer
Anadolu, analar diyarı.
Analar var, bütün âlemler kendine hayran. Ceberruî bir devirde, köyün bir yığın
işi-gücü arasında 18 sene köyünün bütün kadınları ve kızlarına Kur'ân öğreten
Ana'lar diyarı, Anadolu..
Anadolu, bu anaların yanında fikrî meşcereliğinde İslâm'ı en güzel yaşama ve
yaşatma cehdinin, dünyanın, İslâm'ı duymadık köşesi kalmasın anlayışının
müşahhaslaşmış en güzel örneği...
Bu yazımızda, Anadolu fikir tarihinin belli bir dönemindeki Tasavvuf hareketi,
Bektaşîlik, Mevlevîlik ve Ahilik tarihinden kısa bir panorama sunuyoruz.
A. XIII. Asır Öncesi İslâm Tasavvufuna Genel Bir Bakış:
Asıl konumuza geçmeden önce, tasavvuf hareketinin XIII. asra kadarki tarihî
seyrine kısa bir göz atmamızda fayda vardır.
İslâm tarihinde tasavvufî düşünce ve aksiyonun mazisi H. II. asra kadar uzanır.
Hatta klâsik anlamdaki tasavvufl hayata zemin teşkil eden "zühd"
telâkkîsini, doğrudan doğruya Hz. Peygamber (sav) ve Ashâb'ın hayatında müşahede
ediyoruz.
H. II. asrın ikinci yarısından itibaren, "sûfîiik" adı altında,
İslâm'a kendilerine has yorumlar getiren; onun özüne, ruhuna ve bâtınına
ulaşmaya çalışan; dinî yaşantılarında da buna paralel olarak şekil ve kuraldan
ziyade samîmiyete, ihlâsa, nefis ve ruh terbiyesine ağırlık veren bir zümrenin
teşekkül etmeye başladığını görüyoruz.
Önceleri ferdî bir özellik arzeden tasavvufî düşünce ve hayat tarzı, H. III.
asrın ortalarından itibaren kollektif bir mahiyet kazanmaya ve böylece ferdî
tasavvufî eğilimler belli topluluklar tarafından benimsenip uygulanmaya
başlamıştır. Bunun tabiî sonucu olarak, toplum içerisinde tasavvufî fikirleri
yayan üstâdlar ve şeyhlerle, bunların etrafında bir halka oluşturan mürîdler
teşekkül etmeye başlamıştır. Buna bağlı olarak da, sûfîlerin bir araya
geldikleri hânkâhlar, tekkeler vs. ortaya çıkmıştır. 1
H. III. - V. asırlar, tasavvufî düşüncenin olgunlaştığı, büyük sûfîlerin
yetiştiği, klâsik tasavvufî eserlerin kaleme alındığı ve tasavvuf ilminin
tedvîn edildiği dönemdir. Önceleri Basra, Kûfe, Medîne ve Bağdat çevrelerinde
gelişen tasavvuf hareketi, H. III. asrın sonlarından itibaren Arap
Yarımadası'nın diğer kısımlarıyla, Mısır, Horasan ve Nişabur bölgelerine de
intikal etmiştir.2
İlk devirlerden itibaren, Tasavvuf hareketinin birbirinden nisbeten farklı iki
ayrı mecrada seyrettiğini görüyoruz. Bunlardan birisi, Hasan-ı Basrî (öl.
110/728) ile başlayıp, Cüneyd-i Bağdadî (ÖI.297/909), Hâris-i Muhâsibi
(öl.243/857), "el-Luma" yazarı Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî (öl.378/ 988),
"Kûtü'l-Kulûb" sahibi Ebû Tâlib-i Mekkî (öl.386/996),
"et-Ta'arruf" sahibi Kelâbâzî (öl.390/999), Meşhur
"er-Risâle" yazarı Kuşeyrî (öl.465/1072), "Keşfü'l-Mahcûb"
müellifi Hucvîrî (öl.469/1077) ve nihayet "İhyâu Ulûmi'd-Dîn" yazarı
meşhur İmam-ı Gazzâlî (öl.505/1111) ile devam eden yoldur. Bağdat Ekolü olarak
bilinen bu yolda dinin zahiri hükümlerinden asla uzaklaşılmamış, şeriat
kurallarına riayette azamî titizlik gösterilmiş, zahir-bâtın dengesine dikkat
edilmiş, ilahî aşk ve cezbeden ziyade temkîn, İtidâl ve istikâmete önem
verilmiştir. Tasavvufî harekette görülen diğer akım ise, cezbe, ilahî aşk ve
manevî sarhoşluk hallerinin ağırlık kazandığı bir özellik arzetmektedir.
Rabiatül-Adeviyye (ÖI.135/752), Bayezîd-i Bistamî (öl. 261/874), Hallâc-ı Mansûr
(öl. 309/921), Mevlânâ vb. sûfîler bu akımın temsilcileri durumundadırlar.
Tasavvufun gelişme dönemlerinde Irak, Suriye bölgelerinde bu akımlardan
birincisinin; Horasan ve Orta Asya taraflarında ise ikincisinin daha çok
benimsendiğini görüyoruz. Horasan bölgesinde doğup gelişen Melâmetîlik anlayışı
da bu aşk ve cezbe ağırlıklı tasavvuf anlayışının bir tezahürü durumundadır.
Tasavvuf erbabı, daha ilk dönemlerden itibaren bilhassa Hanbelî fıkıh âlimleri
başta olmak üzere, zâhir ulemasının itiraz ve hücumlarına maruz kalmıştır. Bu
hücumlar daha ziyade aşk ve cezbeye önem veren mutasavvıflar üzerinde
yoğunlaşmaktaydı.3 Pek çok meşhur mutasavvıf, kendilerini anlamayan zâhir
ulemasının saldırısı ve zamanın siyasî otoritesini tahrik etmesi sonucu, sürgün
hayatı yaşamış, eziyet çekmiş ve hapiste yatmıştır.4 Bunların içinde Hallâc-ı
Mansûr gibi idam edilenler bile olmuştur.
Bütün bunlara rağmen, H. III. asrın ortalarından itibaren tasavvuf hareketi
oldukça hızlı bir gelişme kaydetmiş, tasavvufa ait pek çok eser yazılmış ve
büyük mutasavvıflar yetişmiştir. Bu arada, Kuşeyrî'nin "Risâle"si,
Tûsî'nin "el-Lumâ'i ve Hucvîrî'nin "Keşfü'l-Mahcûb"u gibi
eserler sayesinde tasavvufî düşünce üzerindeki şüphe ve tereddütler büyük çapta
azalmış; Gazzâlî gibi medrese ile tekkeyi uzlaştıran ve rasyonalizmle
ir-rasyonalizm arasında denge kurabilen5 büyük bir şahsiyetin ortaya çıkmasıyla
tasavvuf fikriyatı ve hayat anlayışı hemen herkes tarafından en azından
saygıyla karşılanır hale gelmiştir.
H. VII/.M.XIII. asra gelindiğinde, tasavvufî düşünce ve hayat telâkkisi doruk
noktasına ulaşmış, İslâm âleminin her tarafını kaplamış ve kitleleri etkisi
altına almış durumdaydı.
Tasavvuf cereyanının bu derece yaygınlaşıp etkili olmasında onun teşkilâtçı
yapısının rolü çok büyüktür. Nitekim tasavvuf hareketi H. III.-IV. asırlarda
kitlesel bir karakter kazanmış ve çeşitli tarikatlar halinde teşkilâtlanarak,
kitleleri sosyo-dinî açıdan yönlendirmeye başlamıştır. Nihayet H. VI. asırdan
itibaren, bugün İslâm âleminde ve ülkemizdeki tarikatların da temelini teşkil
eden, klasik anlamda büyük tarikatlar kurulmuştur.
Gerek fikir sisteminin cazipliği, gerekse pratik hayata yönelik teşkilatlı bir
sosyo-dinî yapıya kavuşmuş olması sebebiyle, tasavvuf cereyanı bir taraftan
müslüman toplumları hızla kendisine çekerek İslâm'daki rûhî hayatın canlı
tutulmasını sağlamış; diğer taraftan birçok bölgelere İslâm'ın yayılmasında
birinci derecede etkili olmuştur.6
M.XIII. asra kadar tasavvuf cereyanı, Arap Yarımadası'ndan başlayarak, Kuzey
Afrika, Endülüs, Horasan, Türkistan, Anadolu ve İslâm'ın ulaştığı diğer
bölgelerde alabildiğine yayılmış, hemen her tarafta tarikatlar kurulmuş,
hânkâhlar, tekkeler, ribatlar ve zâviyeler tesis edilmiştir. Özellikle Orta
Asya bölgesi, o dönemlerde tasavvufî hayatın en canlı, tarikat faaliyetlerinin
en yaygın olduğu yerlerden birisi durumundaydı. O devir Türk toplumunun İslâm'ı
tanımasında ve kitleler halinde kolayca benimsemesinde tasavvuf ve tarikatların
rolü çok büyük olmuştur.
Tasavvuf hareketinin bu gelişme sürecinde önemle vurgulanması gereken bir husus
da şudur: Tasavvuf, her şeyden önce kendine has bir İslâmî anlayış tarzı, bir
dünya görüşü ve bir düşünce sistemidir. Dolayısıyla, onun zahirî ve sosyal
plânda katettiği gelişmenin yanı sıra, bu gelişmenin dinamik ve muharrik gücünü
oluşturan fikrî ve felsefî alanda arz ettiği manzara ve İslâm düşüncesine
yaptığı katkı asla gözden uzak tutulmamalıdır. Aksi takdirde, bütün yönleriyle
topyekün bir tasavvuf ve tarikat hareketinin arka planındaki itici gücü anlamak
mümkün olmaz.
İlk devirlerden itibaren mutasavvıflar, ilâhî kelâmı kendilerine has yorumlayış
tarzları, "tevhîd" ve diğer metafizik konulara fıkıh ve kelâm
âlimlerinden farklı yaklaşımlarıyla dikkati çekiyorlardı. Onlar bir taraftan
müslümanları şekilden çok rûha, uzvî hareketlerden çok kalbî duygulara önem
veren bir din anlayışı istikametinde yönlendirmeye çalışırken; diğer taraftan
da kendi düşünce ve felsefelerini kurup geliştirmeye çalışmışlar ve böylece
İslâm düşüncesine yeni ve orijinal bir boyut kazandırmışlardır. Mutasavvıflara
has olan bu düşünce sistemi, Kelâm'dan ve klasik İslâm filozoflarının
sistemlerinden farklı durumda olup; beş duyu ve akla ilaveten keşf ve ilhamı,
metafizik konularda "en güvenilir bilgi kaynağı" olarak kabul etmek
suretiyle, İslâm düşüncesini donukluktan kurtarmış ve ona tükenmez bir hazine
kazandırmıştır. Zünnûn-i Mısrî, Hakîm-i Tirmizî, Hallâc-ı Mansûr, Bayezîd-i
Bistamî, Cüneyd-i Bağdadî ve daha nice büyük sufîlerle zaman içinde olgunlaşıp,
İbnü'l-Arabî gibi büyük bir mütefekkirle zirveye ulaşan bu tasavvuf
felsefesinin nihaî noktada aldığı isim Vahdet-i Vücûd'dur. İşte, tasavvuf
hareketinin büyüleyici bir hızla tüm İslâm âlemine ve özellikle de Türk-İslâm
dünyasına yayılmasını, asıl itibariyle, tasavvufun insanlara arzettiği bu düşünce
sistemine bağlamak gerekir. İnsanı varlıklar âleminde lâyık olduğu yere
oturtan, Allah-insan ve Allah-âlem münasebeti konularında son derece güzel
izahlar getiren ve İslâm'ı bir katı kurallar dini olmaktan çıkarıp, onu gerçek
yönüyle anlayarak ruhuna intikal etmeyi tavsiye eden bu düşünce sistemi,
aleyhindeki bunca faaliyetlere rağmen gittikçe artan bir hızla kabul görmüş ve
İslâm düşünce tarihinde çok büyük bir yer işgal etmiştir.
B. XIII.-XIV. Asırlarda Anadolu'nun Fikri-Tasavvufî Manzarası:
Bu dönem, Türk-İslâm tarihinin, fikrî ve sosyal gelişmeler bakımından en
hareketli devrelerinden birini teşkil eder. Türkler yeni yurt edindikleri
Anadolu'ya her sahada kendi damgalarını vurma gayreti içindedirler.
Anadolu Selçukluları, Büyük Selçuklu'nun kültür ve medeniyet mirasını devam
ettirmeye çalışırken, aynı zamanda Doğu'dan ve Batı'dan gelen tehditler
karşısında siyasi birlik ve otoritesini muhafaza etmeye çalışıyordu. Buna
paralel olarak, asırlarca hüküm sürecek olan Osmanlı İmparatorluğu'nun fikrî ve
manevî temelleri de yine bu dönemde atılıyordu. Ayrıca Anadolu o dönemde, diğer
müslüman Türk bölgelerine nisbetle daha emniyetli ve istikrarlı bir durum
arzetmekteydi.
Konuya tasavvuf tarihi açısından baktığımızda, bu dönemin son derece dikkat
çekici olduğunu, Anadolu'nun her yönden yoğun bir tasavvufî faaliyete sahne
olduğunu görürüz. Şöyle ki, gerek Moğol istilalarının zorlaması, gerekse
Anadolu Selçuklu Devleti'nin sahip olduğu imkânların cazibesi, Anadolu'ya
muhtelif yerlerden pek çok tasavvuf erbabının gelmesine sebep olmuştur. Bu sûfî
dervişler içerisinde tasavvuf tarihine âbide isimler halinde malolmuş büyük
şahsiyetler de vardır. Konya'da Meviâna Celâleddin-i Rûmî, Tokat'ta ünlü
"Lemeât" sahibi Fahreddîn-i Irakî, Kayseri'de Necmeddîn Dâye, Kırşehir'de
Hacı Bektaş-ı Velî vs. bunlardan bazılarıdır. Bu dönemde, Türkistan'dan
Suriye'ye kadar çok geniş bir bölgeden, hemen her tarikata mensup kişilerin
akın akın Anadolu'ya geldiklerini görüyoruz.7
Yine bu dönemde, Türk-İslâm tasavvufuna damgasını vuracak ve onu asırlarca
etkileyecek olan bir başka önemli şahsiyeti daha Anadolu'da görmekteyiz. Bu
şahsiyet Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (öl.638/1240)'dir. Endülüs menşeli olan bu zat,
Endülüs, Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgelerinde edindiği çok geniş ve çeşitli
fikir birikimiyle, Vahdet-i Vücûd adı altında geliştirdiği tasavvuf
felsefesini, Sadreddîn-i Konevî'nin de yardımıyla Anadolu'da kalıcı bir şekilde
yaymıştır.
Bütün bu olaylar sonucu, Anadolu'da İslâm Medeniyetini muhtelif irfan
merkezlerinden gelen tesirleri toplayan müstakil bir klasik Türk tasavvufu
teşekkül etmiş ve bu tasavvuf en mühim eserlerini yine bu dönemde vermiştir.
Öyle ki, XIII. asır, Türk tefekkür tarihinde tasavvufî temayüllerin hâkim
olduğu ve bu temayüllerin çok kuvvetli bir millî şuur uyandırdığı asırdır. Türk
tefekkürü, daha önce hiçbir devirde, bu asırda olduğu kadar tasavvufî düşünce
etrafında toplanmamış ve bu düşünceyle hayat arasında bu kadar sıkı bir irtibat
doğmamıştır.8
XIII. asırda başlayıp XV. asra kadar devam eden Anadolu'daki bu fikrî ve
tasavvufî canlılığın sebeplerini, Ortaçağ'ın bazı büyük olaylarında aramak
gerekir. O devirdeki olaylar, Anadolu'nun fikrî ve siyasî bir üstünlük
kazanmasını âdeta zorunlu kılmıştır. Klasik Türk tasavvufunun ve buna bağlı
diğer fikir cereyanlarının doğuşunu da bu olaylara bağlamak gerekir. Nitekim,
XII. asırda Haçlı seferleri Hristiyan dünyası ile İslâm âlemi arasındaki
gerginliği artırıyor; müslümanların batı âlemine karşı fikrî plânda aktif bir
şekilde taarruza geçerek mukabelede bulunmasına sebep oluyordu. Mağrib'den
Anadolu'ya kadar, Haçlı seferlerine sahne olan her yerde bu fikrî mukabelenin
izleri görülebilir. Haçlı seferlerini sürükleyen Hristiyan âlemindeki dinî
tarikatların benzerleri İslâm âleminde de zuhur ediyor ve bu suretle yavaş
yavaş batıda olduğu gibi muharip, cengâver ve istilacı tarikatlar görülüyordu.
Aynı asrın sonlarına doğru, İslâm medeniyetinin batı ve doğu uçlarında iki
önemli hâdise dikkati çeker. Bunlardan biri, Haçlı seferlerinin bir uzantısı
olarak müslümanların İspanya'dan çıkarılması; diğeri ise Moğol istilâsı
neticesinde Harzem medeniyetinin yıkılmasıdır. O dönemlerde, bu bölgeler
dünyanın en önemli iki medeniyet merkezi durumundaydı. Endülüs'teki Mağrib
medresesi, asırlarca Güney Avrupa toplumlarına irfan ocağı vazifesi görmüş ve
Rönesans'a zemin hazırlamıştır. Harzem doğu medresesi ise, Abbasîler'in
başlattığı ilmî faaliyete varis olarak, pek çok sahada büyük bir hamle
kaydetmiştir. XIII. asrın başında, önce Endülüs'te, daha sonra da Harzem'de
meydana gelen siyasî bozgun üzerine, İslâm medeniyetinin bu iki fikir merkezi
Anadolu'ya sığınıp, birlik halinde yeniden toparlanmaya mecbur oldu. Çünkü bu
devirde, bir taraftan Haçlı seferlerine, bir taraftan da Moğol akınlarına karşı
koyabilen yegâne müstakil ve kuvvetli müslüman ülkesi Anadolu idi. Bütün bu
faktörler, Anadolu Selçuklularında çok kuvvetli bir fikrî canlılığa; medenî ve
siyasî bir uyanış hareketine sebep olmuştur.9
İşte, XIII. asırda Anadolu'da gördüğümüz, gerek saray muhitinde etkili olan
yüksek tasavvuf cereyanlarında, gerekse Horasan Erenleri, Gaziler, Ahîler,
Babalar vb. tasavvufî halk teşkilâtlarında; Orta Asya ve Harzem tesirleri
görülürken bir taraftan da bilhassa yüksek ve orta sınıf üzerinde klasik
tasavvuf veya tarikatlar şeklinde tezahür eden Mağrib tesiri görülmektedir.10
Bütün bunlar, XIII. asır Anadolusunun, fikrî ve tasavvufî açıdan çok çeşitli
bölgelere ait birbirinden farklı düşünce ve temayülleri içinde barındırdığını
ve bu yüzden oldukça kompleks bir manzara arzettiğini göstermektedir. Gerçekten
de, Doğudan gelen Orta Asya, Türkistan, Hint, İran, Arap ve daha da eski Babil,
Asur kültür mirası ile batıdan gelen Endülüs, Mağrib ve yerli Grek-Bizans
kültürleri Anadolu'da birbirine karışarak, insanlık tarihinin kaderini
etkileyecek yepyeni bir fikrî-kültürel oluşum vücuda gelmiştir. Sanki ilâhî
takdir, batıda Haçlı seferlerini, Doğuda da Moğol İstilâsını Anadolu'yu
İslâm'ın ve insanlığın yeni bir kültür ve medeniyet merkezi haline getirmeye
vasıta kılmıştır. Muhtelif kültürlerin bir araya geldiği o devrin Anadolusu, F.
Köprülü'nün deyimiyle "taassup hislerinden âzâde ve geniş felsefî
düşünceleri hazme kabiliyetli" durumdaydı.11
Fikrî gelişme açısından müsbet olan bu manzara yanında, o dönemde dikkatlerden
kaçmayan bir başka husus daha vardır ki; o da, medrese çevresinde klasik
felsefe ve müsbet bilimler sahasında gözle görülür bir duraklamanın başladığı;
buna karşılık İbn Teymiye Selef ekolünün görüşlerinin daha çok benimsenir hale
geldiğidir. Bu durum, şüphesiz zamanın siyasî, fikrî ve sosyal olaylarının
tabiî bir sonucu idi.12 Tasavvuf ve tarikat faaliyetlerinin en yoğun olduğu
XIII.-XIV. asırlarda, Anadolu'da fukahâ zümresinin ictihad kapısını kapalı ilân
etmiş olması13 dikkat çekicidir. Medresenin hür düşünceye engel teşkil eden bu
tutumu, siyasî otoritelerin de Sünnî itikadı muhafaza düşüncesiyle bunu
desteklemesi, İslâm'ı büyük ölçüde sûfîler kanalıyla tanımış olan ve yaratılış
itibariyle hür düşünceye ve düşünce ile hayatı birleştirmeye alışık olan Orta
Asya kökenli Türk toplumunun tasavvufî düşünceye ve tarîkatlara daha çok
yaklaşmasına sebep olmuştur. O dönemin siyasî otoriteleri, medreseye
gösterdikleri bu desteğin yanında, genelde tasavvuf erbabına ve tarikatlara da
sıcak bakıyor, onları da himayelerine alıyor, tekkeler yaptırıp vakıflar tahsis
ediyordu. Zaten özellikle Gazzâlî'den sonra tekke-medrese sürtüşmesi de asgarî
düzeye inmişti. Bilhassa saray çevresinde ve şehir merkezlerinde görülen bu
uyumlu ve dengeli görünüme karşılık, halâ bazı eski batıl inanışlara bağlı olan
ve bu arada tasavvufun engin hoş görüsünü ve serbest düşüncesini devletin ve
medresenin aleyhinde malzeme olarak kullanan köylerdeki ve kırsal kesimdeki
Türkmen aşiretleri, meşhur Babaîler hareketi ile toplumda büyük bir huzursuzluk
ve ikiliğin doğmasına sebep olmuşlar, Anadolu Selçuklu devletini de bir hayli
uğraştırmışlardır.14 Tasavvuf görünümlü bu isyan hareketine rağmen, o devir
yöneticilerinin ve toplumunun tasavvuf ve tarikatlar hakkındaki müsbet kanaati
değişmediği gibi, artarak devam etmiştir. Bunun sonucu, Sünnî akideden
ayrılmayan ve şeriata saygılı olan tasavvuf anlayışı ile bu çizgideki birçok
tarikat büyük bir hızla yayılmış ve XII-I.-XIV. asırların en önemli dinî, fikrî
ve sosyal hâdisesi olarak Türk tefekkür tarihine malolmuştur.
Anadolu'nun fikrî-tasavvufî manzarası hakkındaki bu genel değerlendirmeden
sonra, XIII.-XIV. asırlarda Anadolu'da tasavvufî hayatın nasıl bir durum
arzettiğini ana hatlarıyla izah etmeye çalışalım.
Anadolu'nun söz konusu devirdeki tasavvufî manzarasını ana hatlarıyla ortaya
koyabilmek için, konuya bir kaç açıdan yaklaşmamız icab etmektedir. Çünkü, o
dönemde tasavvufî hayat, fikrî, felsefî, içtimaî, iktisadî ve hatta siyasî
hayatla irtibatlı bulunan çok yönlü bir karakter arzetmektedir. Bu bakımdan biz
konuyu şu açılardan, bir makale çerçevesinde özet olarak incelemeye
çalışacağız.
a) Klasik anlamda Türk tasavvuf düşüncesinin durumu.
b) Tarikatların Anadolu'da arzettiği manzara.
c) Tasavvufî-İktisadî bir teşekkül olan Ahîlik.
a) Klasik Türk Tasavvufu: Anadolu'nun sözü edilen dönemdeki genel
fikrî yapısının karma ve eklektik bir özellik arzettiğini ve pek çok kaynaktan
etkilendiğini belirtmiştik. Bu durum klasik anlamdaki Türk tasavvuf
düşüncesinde de kendini göstermektedir. Şöyle ki, Anadolu'da doğup gelişen
tasavvufî düşünce, üç önemli kaynağa istinat etmektedir. Bunlardan birisi
İbnü'l-Arabî ve Sadreddîn-i Konevî'nın temsil ettiği Mağrib Mektebi; ikincisi,
Mevlânâ'nın temsilciliğini yaptığı ve İran tesirinin ağırlıkta olduğu estetik
tasavvuf anlayışı; üçüncüsü de Hacı Bekîaş-ı Velî ile Yunus Emre'nin temsil
ettiği ve Türk izlerini taşıyan Orta Asya-Horasan kökenli tasavvuf anlayışıdır.
Anadolu'da gelişen tasavvufî hayat asıl itibariyle bu üç kaynaktan etkilenmiş
bulunmaktadır. Ancak hemen belirtelim ki, Anadolu insanı bu farklı kaynaklardan
gelen ve nisbeten farklı özellikler taşıyan tasavvuf telâkkilerini âdeta kendi
benliğinde birleştirmiştir. Onun içindir ki, Anadolu'da gelişen tasavvufî
hayatı kesin çizgilerle kategorilere ayırmak doğru değildir. Nitekim bir Yunus
Emre'de veya bir Hacı Bayram-ı Velî'de aynı anda hem İbnü'l-Arabî'nin, hem
Mevlânâ'nın ve hem de Hacı Bektâş-ı Velî ve Ahmed-i Yesevî'nin tesirlerini
görmek pekâlâ mümkündür. Anadolu tasavvufunun asıl özelliği ve orijinal tarafı,
bu farklı kaynaklardan gelen anlayışları birleştirmiş ve tasavvufî hayatı
zirveye çıkarmış olmasıdır. Bununla beraber, Anadolu'daki tasavvufî hayatı iyi
değerlendirebilmek için, bu farklı kaynaklardan gelen tasavvuf anlayışlarının
karakteristik vasıflarını bilmekte fayda vardır.
XIII. asır
ve sonrasında Anadolu'da gelişen tasavvufî düşünceyi etkileyen en önemli
şahsiyetlerden biri ve belki de başta geleni İbnü'l-Arabî'dir. Otuz sekiz
yaşında memleketi olan Endülüs'ü terketmek zorunda kalan bu zat, Kuzey Afrika
ve Orta Doğu ülkelerini kapsayan yedi yıllık ilmî seyahatten sonra Konya'ya
yerleşmiş; Selçuklu hükümdarının hürmet ve ikramına mazhar olarak uzun yıllar
orada kalmıştır. Bu esnada Sadreddîn-i Konevî'nin dul annesiyle evlenerek,
Konevî'yi özel terbiyesi altında yetiştirmiştir.15 İkiyüzden fazla eser yazmış
olan bu büyük mutasavvıf, Endülüs, Mağrib ve Orta Doğu kültür ve düşüncesini
mezcetmiş, Batı felsefesini ve İbranî-Hristiyan mistisizmini de yakından
tanımış bir düşünür olarak, sanki o zamana kadar tüm insanlığın geliştirdiği
düşünce sistemlerinden, bal yapmak isteyen arının yüzlerce çeşit çiçeğe
başvurması misali, gereğince yararlanmış ve elde etttiği bu malzemeleri
İslâm'ın potasında eriterek, bugün dahî tüm insanlığın büyük ilgisini çeken
yüksek bir tasavvuf felsefesi kurmuştur.
İbnü'l-Arabî, düşünce sisteminde çok geniş bir
terkibe ulaşabilmek için, felsefe, kelâm, fıkıh, hadîs, tasavvuf ve gaybî
ilimler (occultisme) e ayrı ayrı baş vurarak, onları aynı hedef etrafında
toplamayı başarmıştır.16 Onun tasavvuf felsefesi, bir taraftan Kur'ân'ın tasavvufî
tefsîr ve yorumuna; diğer taraftan da Yeni Eflâtun felsefesi, İslâm işrâk
felsefesi, kelâm, tasavvuf ve özellikle de Endülüs'teki tasavvuf anlayışına
dayanmaktadır. Bu bakımdan onun Vahdet-i Vücûd felsefesi, İslâm felsefesinin en
geniş terkibi; ve hatta genel anlamda mistik felsefenin meydana getirdiği en
büyük uzlaştırmacı (syncretiste) düşünce sistemidir. Onun felsefesinde sadece
birbirine zıt felsefeler değil, aynı zamanda akıl ile imân, ilim ile din, zâhir
ile bâtın ve hürriyet ile zarûret de telif edilmiştir.17 Son derece girift ve
unsurları birbirine girmiş olan bu mistik fikir âbidesinin içerisine H. Ziya
Ülkenin deyimiyle "anlayarak değil, ancak inanarak girilebilir." Onun
Vahdet-i Vücûd felsefesi, tüm İslâm âleminde, fakat bilhassa Anadolu'da ve Türk
tasavvuf düşüncesinde asırlar boyu etkisini sürdürmüştür. Bu felsefe, zamanına
kadar gelen muhtelif felsefe ve dinlerin kesiştiği dört yol ağzı
durumundadır.13 Eserleri, üslûbu ve sistemindeki çeşitlilik ve anlaşılma
güçlüğünden dolayı, onu anlamayanlar ve hatta "küfür"le itham edenler
bile olmasına rağmen, onun zâhirle bâtını telif eden tasavvuf felsefesi, klâsik
İslâm felsefesinin gücünü kaybetmiş olduğu ve Selefiyyeci anlayışın tesiriyle
zâhirî, donuk ve fıkhî kurallara boğulmuş bir İslâm anlayışının yaygınlaşmaya
yüz tuttuğu bir devirde, Anadolu'da büyük bir rağbet görmüş ve hızla
benimsenmiştir.
İbnü'l-Arabî'nin, Vahdet-i Vücûd felsefesiyle
Anadolu Türk tasavvufuna yaptığı bu umumî tesirden başka, bizce önemle üzerinde
durulması gereken bir nokta da şudur: Onun düşünce sisteminde ve hayat
anlayışında, pasiflik değil aktiflik ve mücadele ruhu hâkimdir. Çünkü o,
batının acımasız Endülüs istilâsı ile, tüm İslâm âlemine karşı her fırsatta
giriştiği Haçlı seferlerinin ızdırabını yaşayan bir müslüman düşünürdür. O,
felsefî sistemindeki toleransa ve uzlaştırmacı karaktere rağmen, Hristiyan batı
alemini kahredilmesi gereken bir düşman olarak görmektedir. Selçuklu hükümdarı
İzzeddîn Keykâvus'un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevapta yer alan şu
ifadeler bunun açık bir işaretidir: "Sen halk üzerinde Allah'ın nâibi ve
yeryüzünde uzanan gölgesisin. Zatimden mazlumun hakkını al. Allah'ın, senin
saltanatını genişletmesi ve bir çok memleketleri sana râmetmesi sakın seni
gurura sevketmesin! Müslümanlar üzerinde yapacağın en büyük hizmet, İslâm'ın
namûsunu yükseltmek ve küfre tahakküm eylemektir..19 Mevlânâ'nın temsil ettiği
ve İran hikmetinin tesirini taşıyan tasavvuf anlayışında görülen mutlak
sulhçuluk (pasifisme), insaniyetçilik ve "yetmiş iki millete bir gözle
bakma" anlayışına karşılık; İbnü'l-Arabî Anadolu Türk tasavvufuna
mücadele, düşmana karşı savaş ve vatanperverlik fikrini yerleştirmiştir.20
Nitekim bu mücadeleci ruhtan yeterince nasibini alan Horasan erenleri ve
muharip gazi dervişler, Osmanlı devletinin kuruluşunda rol alan en önemli
unsurların arasında yer almışlardır. Kanaatimizce İbnü'l-Arabî, Hristiyan batı
dünyasının İslâm alemine karşı yaptığı saldırılara, kalemiyle, düşüncesiyle ve
"tevhîd" itikadını yüksek düzeyde ortaya koymaya çalışan felsefî
sistemiyle etkili bir şekilde karşı koyan ve bunda çok büyük başarı elde etmiş
olan bir İslâm fikir kahramanıdır. Türk milletinin Haçlılar'a cephede kılıçla
verdiği cevabı, İbnü'l-Arabî fikir cephesinde kalemiyle vermiştir. Türk
toplumunun onun düşünce sistemini benimsemesinde ve Türk tasavvufunda asırlarca
etkili olmasında, ondaki bu mücadele ruhunun elbette büyük etkisi olmuştur.
İbnü'l-Arabî'nin eserleri Anadolu'da gelişen
tasavvufun dayandığı en önemli temellerdendir. Bilhassa
"Fusûsu'l-Hikem" ve "Fütûhât-ı Mekkiyye" adlı eserleri,
Türk tasavvuf fikriyatının başta gelen temel taşlarındandır. Sadreddîn-i Konevî
başta olmak üzere, Molla Câmî, Fahreddîn-i Irakî, Davûd-ı Kayseri ve daha bir
çok kimse, onun eserlerinin ve düşüncelerinin yayılmasına yardım etmişlerdir.
Vahdet-i Vücûd felsefesinin temel kaynağı olarak kabul edilen ve büyük bir
şöhrete sahip olan "Fusûsu'l-Hikem", Konevî'den başlayarak zamanımıza
kadar defalarca tercüme ve şerh edilmiştir.21
Burada İbnü'l-Arabî'nin Vahdet-i Vücûd felsefesinin
XIII. asırda Anadolu'da tanınıp yayılmasındaki önemli rolü bakımından, kısaca
Sadreddîn-i Konevî'den de söz etmek gerekir.
Konevî, üvey babası ve üstadı İbnü'l-Arabî'nin
özel terbiyesi altında yetişmiş bir mütefekkirdir. O, üstadının Vahdet-i Vücûd
felsefesini şerh ederek Anadolu insanına tanıtmaya çalışmış ve o dönemde
Konya'da klâsik tasavvufun tamamiyle yerleşip kuvvetli bir fikir cereyanı
halini almasında çok büyük rol oynamıştır. Konevî'nin yetiştirdiği pek çok
talebe arasında, Müeyyidüddîn-i Cendî, Saadeddîn-i Ferganî, Kutbeddîn-i Şîrâzî,
Mevlânâ Şemseddîn-i Mekkî ve Fahreddîn-i Irakî gibi Anadolu tasavvuf büyükleri
de vardır. Konevî yazmış olduğu eserlerle22 bir taraftan İbnü'l-Arabî'nin
muğlak ve karmaşık fikirlerini basitleştirerek onların anlaşılmasını
kolaylaştırmış ve halka maletmiş; diğer taraftan da hocasının tenkitlere konu
olan ve İslâm'la bağdaşmaz gibi görünen düşüncelerini mutedil bir tarzda şerh
ve izah etmiştir. Bu suretle o, kendinden sonra Anadolu'da yetişen
mutasavvıflar üzerinde büyük bir tesir icra etmiştir. 23
Anadolu'daki tasavvufî hayatın gelişip
şekillenmesinde önemli rol oynayan ve aksiyoner, ahlâkçı ve teşkilâtçı
özellikleriyle dikkati çeken Mağrib menşeli bu tasavvuf telâkkîsinin yanı sıra,
aynı dönemde Türk tasavvufuna kaynak teşkil eden bir başka unsur da, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî'nin temsil ettiği tasavvuf anlayışıdır. Daha çok İran
etkilerini taşıyan Mevlânâ tasavvufunun temel özellikleri, sanat ve estetiğe
ağırlık vermesi ve sınırsız bir insan sevgisi ve hoşgörüyü telkin etmesi
şeklinde özetlenebilir. İbnü'l-Arabî'nin ahlâkçı ve aksiyoner tasavvuf
anlayışına karşılık, Mevlânâ'nın tasavvufu pasif, estetik ve sevgi ağırlıklı
bir yapıya sahiptir.24 Asıl itibariyle İslâm'dan hareket eden ve felsefî plânda
İbnü'l-Arabî'nin Vahdet-i Vücûd'unu benimseyen Mevlânâ, Orta Asya ve İran
tesirlerine maruz kalmış, İran edebiyatı ve fikriyatı ile yetişmiştir. Diğer
taraftan o, Necmeddîn-i Kübrâ veya babası Bahâeddîn Veled'in şerîata istinad
eden tasavvufu ile Hakîm-i Senâî ve Ferîdüddîn-i Attâr'ın mistik edebiyatının
ve İbnü'l-Fârız'ın lirik sanatının izlerini taşımaktadır. Fakat Mevlânâ bu
geniş kültür ve sanat birikimini gerçek anlamda kendine has üslûbuyla
Anadolu'da ortaya koymuştur. O, farklı kültürlerin karşı karşıya geldiği Anadolu'da,
şahsiyeti, düşüncesi ve sanatıyla kendisini kabul ettirmesini bilmiş bir
şahsiyettir.
Mevlânâ, ortaya koyduğu insanî ve estetik
tasavvuf anlayışı ile, Haçlı seferleri, Moğol istilâsı ve içerideki
kargaşalardan muzdarip durumda olan Anadolu insanına manevî huzur bahşeden bir
kaynak durumundadır. Onun bedîî tasavvufu, mistik dünya görüşünü şiirle ifade
etmekle kalmamış, geliştirdiği yeni "sema" şekli ve musikî tarzı ile
Anadolu tasavvuf hayatına yeni estetik boyutlar kazandırmıştır. Onun
"şems" ve musikîye karşı takındığı bu müsbet tavır, mutaassıp medrese
muhitinde kendisine karşı açık bir aleyhtarlığın doğmasına sebep olmuş; buna
karşılık o da "ulemâyı rüsûm" dediği bu mutaassıp zümreyi tenkit eden
sözler sarfetmiştir. Meselâ Fahreddîn-i Râzî'nin talebelerinden olup, kendisine
cephe afan Kadı Sirâceddîn-i Urmevî'ye hitaben yazdığı bir rubâisinde şunları
söylemiştir: "Sen İmâm-ı Azam'ın yolunu takip etmek iddiasındasın. Halbuki
onun yolunda olmak senin için mümkün değildir. Zira o kadılığı kabul etmemek
için ölmüştü; sen ise kadılığı kaybetmemek için ölüyorsun!" 25
Mevlânâ'ya yöneltilen bu tenkitler fazla etkili
olmamış, eserlerindeki kuvvet ve şahsiyetinin tesiriyle taraftarları gittikçe
çoğalmış ve bütün Anadolu'yu etkisi altına almıştır. Ancak asla unutmamak
gerekir ki, Mevlânâ'nın tesiri daha çok saray çevresinde ve şehir merkezlerinde
olmuş; medrese muhiti ile kasaba ve köylerde fazla etkili olamamıştır. Zaten
onun kullandığı Farsça sadece saray muhitinde ve yüksek tabaka arasında
kullanılmaktaydı. Köylerde ve kırsal kesimde yaşayan geniş halk kitlesi ise
Türkçe konuşup yazıyordu. Mevlânâ'nın saraydaki ve yüksek memurlar üzerindeki
tesiri ise çok büyük olmuştur. Eflâkî'ye göre Sultan Rükneddîn onun mürîdi idi.
Ayrıca Muhinuddîn Pervane'nin sarayında sık sık büyük toplantılar tertip
edilir, "semâlar icra edilirdi. Mevlânâ, musikîsi ve "sema"i
ile, zamanındaki yüksek tabakanın ve çevresinin de sempatisini kazanmıştı. Bu
şöhret ve kudretinden dolayı, başlangıçta kendisini tasvip etmeyen birçok
tarikat ve tasavvuf erbabı, giderek onu tasvip ve takdir etmeye başlamıştır.
Onun bu mânevî otoritesi, zamanla Anadolu tasavvufunu etkileyen en büyük
unsurlardan biri haline gelmiştir.26 Mevlânâ'nın geliştirdiği "semâ"
sadece tasavvuf çevresini etkilemekle kalmamış, genel olarak Osmanlı döneminde
edebiyat ve musikînin inkişafını sağlayan en büyük faktörlerden biri
olmuştur.27
Şu halde, klâsik Türk tasavvufunun temelinde,
kutup özelliği taşıyan bu iki büyük şahsiyeti görüyoruz. Elbette bu
şahsiyetleri yetiştiren fikir ve düşünce ortamının ve o dönemde yetişmiş olan
nice tasavvuf büyüğünün Türk tasavvufunun doğup gelişmesinde katkıları
olmuştur. Ancak, onların yaptığı tesir, sanki bu şahsiyetlerin potasında erimiş
ve bu zatlar bize göre Anadolu tasavvufuna yön veren şahsiyetlerin en önde
gelenleri olarak tarihe geçmiştir. Biri Mağrib tesirlerini, diğeri de Doğu
tesirlerini temsil eden ve henüz kendi kültür kaynaklarına bağlı kaldıkları
için Türkçe yazmaya başlamamış olan bu iki zat, ileride yetişecek olan büyük
Türk mutasavvıflarına rehberlik etmiş ve Türk tasavvufunda kuruculuk vazifesi
görmüşlerdir. Artık Türk tasavvuf şiirinin şaheserini ortaya koymuş olan Yûnus
Emre, tasavvufî nesri kemale erdiren Sinan Paşa, tasavvuf felsefesine dair
üstün eserler yazan Bursalı İsmail Hakkı, tasavvufî ahlâkı bir halk düsturu
haline koyan Erzurumlu İbrahim Hakkı ve daha nice büyük Türk mutasavvıfı,
nazarî sahada Ibnü'l-Arabî ve Mevlânâ'nın hazırlayıp işlemiş olduğu zemin
üzerinde yürümekten başka bir şey yapmamışlardır. Bundan dolayı, Anadolu'da
yazılmış olan, tasavvufa ait bütün edebî, felsefî ve didaktik eserlerin fikrî
temellerini bu iki şahsiyette bulmak mümkündür.28 Anadolu'da tasavvufî sahada
en çok şerh edilen eserlerin İbnü'l-Arabî'nin "Fusûsu'l-Hikemi ile
Mevlânâ'nın "Mesnevi"si 29 olması da, onların Türk tasavvuf
fikriyatında ne derece etkili olduklarını gösteren bir başka delil
durumundadır.
Bu iki önemli kaynağa ilaveten, Anadolu'daki
tasavvufî hayatın ve klâsik Türk tasavvufunun teşekkülünde unutulmaması gereken
bir başka kaynak da, Orta Asya ve Horasan bölgesinden gelmiş olan tasavvuf
anlayışıdır. Moğol istilasının peşinden bu bölgelerden kalkıp akın akın Anadolu
topraklarına gelen pek çok tasavvuf erbabı, kendi bölgelerinde hakim olan
tasavvuf anlayışını da beraberinde getirmiştir. Genel olarak Ahmed-i Yesevî ve
Necmeddîn-i Kübrâ'nın tesirinde gelişen ve Türk kültür unsurlarının daha çok
görüldüğü bu tasavvuf akımında en büyük gaye ahlâkî olgunluğa ulaşmaktır.
Orada, tevbe, feragat, nefsin feda edilmesi, ruh tasfiyesi gibi unsurlar,
ahlâkî olgunluğa ulaşmada birer vasıta olarak görülür. O dönemde Türk tasavvufu
ince ve sanatkârane bir sembolizmden büsbütün sıyrılmıştır. Eski Türk
hikmetiyle irtibatını muhafaza eden bu ilk Türk tasavvufu, insan fikri ile
vatan ve ülke telâkkilerini birleştirmiştir.30
Bu özelliğinden dolayı bir halk tasavvufu
görünümü arzeden bu tasavvuf anlayışı, Anadolu'da -Mevlânâ'nın estetik
tasavvufunun aksine- köy ve kasabalarda yaşayan geniş halk tabakası arasında
kabul görmüştür. Türk millî kültür ve seciyesi ile karışmış olan, bundan dolayı
İran tasavvufunun aksine aktif, ahlâkî, savaşçı ve hayatla bütünleşmiş bir
özelliğe sahip olan bu halk tasavvufu, Anadolu'da diğer tasavvufî temayüllerle
de birleşerek, Yunus Emre gibi Türk tasavvuf şiirinin ölümsüz üstadını, Hacı
Bektaş-ı Velî gibi müstesna bir teşkilâtçı tarikat pirini ve bir noktada Ahilik
gibi bir tasavvufî-iktisadî teşekkülü ortaya çıkarmıştır. XIII. ve XIV.
asırlarda, aktif ve mücadele ruhuna sahip tasavvufu felsefî plânda ve genelde
üst tabakada İbnü'l-Arabî'nin tasavvuf anlayışı temsil ederken; alt tabakayı
oluşturan geniş kitle içerisinde ve müşahhas sosyo-dinî müesseseler halinde
Orta Asya Türk tasavvuf anlayışı temsil etmiştir. Bu her iki aktif tasavvuf
anlayışına sahip kişi ve kuruluşlar, Osmanlı devletinin kuruluşunda en önemli
itici gücü temsil etmişlerdir.
XIII.-XIV. asırlarda Andolu'da görülen klâsik
Türk tasavvufunun durumu, onu ortaya çıkaran kaynaklar ve en meşhur
temsilcileri hakkında bu kadar bilgi verdikten sonra, tasavvuf düşüncesinin
sosyal plânda müesseseleşmiş halini teşkil eden tarikatların o dönemde
Anadolu'da arzettiği umumî manzaranın tesbitine geçebiliriz.
DİPNOTLAR1) Altıntaş, Hayrani; Tasavvuf, İlahiyat
Fakültesi Dergisi. Ankara, 1989, c,XXXI, s.75.2) Türer, Osman; Tasavvuf Tarihine Giriş, A.Ü.
İlâhiyat Fak. Yayınları, Erzurum, 1992, s.66.3) Zahir uleması tarafından sûfilere yapılan bu
hücumların sebepleri için bk. Afifi, E.A.; es-Sevratü'r-Rühiyye fi'l-İslâm,
İskenderiyye, 1963, S.111-112.4) Ateş. S.; İslâm Tasavvufu, Ankara, Tarihsiz,
s.53; Hucvîri; Hakikat Bilgisi (Keşfu'l-Mahcûb), Hazırlayan: Süleyman Uludağ,
İst. 1982, s. 302-303; Altıntaş, H.; Tasavvuf Tarihi, Ankara, 1986, s.11.5) Ülken, Hilmi Ziya; Türk Tefekkürü Tarihi,
İst., 1934, c.II. S.97.6) Altıntaş, Hayrani; a,g.mak,, s.75.7) Öztürk, Y.Nuri; Tarihi Boyunca Bektaşîlik,
İst. 1990.S.61.8) Ülken, a.g.e., c.II, s.89. 9) Ülken, a.g.e,
c.II, s.90-92.10) A.g.e., c.II, 3.93.11) Köprülü, Fuat; Osmanlı Devletinin Kuruluşu,
Ankara, 1984, T.T.K. s.65.12) Bayraktar, Mehmet; İslâm Felsefesine Giriş,
Ankara, 1988, s.130-132.13) Öztürk, Y.N.;a.g.e., s.23.14) Babaîler hareketi hakkında geniş bilgi için
bk.: Ocak, A.Yaşar; Babaîler İsyanı, Dergâh Yayınları, İst. 1980.15) Hayatı hakkında geniş bilgi için bk.:
Keklik, Nihat; Muhyiddîn İbnü'l-Arabî Hayatı ve Çevresi, İst., 1966.16) Ülken, a.g.e.,c.II,s.1O1.17) A.g.e., c.II. s.136.18) A.g.e., c.II, s.105-107.19) A.g.e., c.II, s.135, dipnot; 2 (Fütûhât-ı
Mekkiyye, c.IV,s.S04-605'ten)20) A.g.e., c.II. s 136.21) Fusûs'un belli başlı şerlileri için bk.:
Muhyiddîn-i Arabi; Fusûsu'l-Hikem, çeviren: M. Nuri Gençosman, İst., 1981,
s.XV-XVI.22) Konevî'nin eserleri için bk.: Ülken, c.II.
s.142-144.23) Ülken. a.g.e., c.II, s.,141-142.24) A.g.e., c.II, s.79-80,150-151.25) A.g.e., c.II, S-178, dipnot: 1.26) A.g.e., c.II,s.179-182.
27)A.g.e.,c.II,s.17M73.28) A.g.e., c.II. s.90-94.29) Mesnevi'nin şerhleri için bk.: Gölpınarlı,
Abdülbaki; Mevlânâdan Sonra Mevlevilik, İst. 1983, s.141-145.30) Ülken, a.g.e., c.II, s.79-80.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder